28 Aralık 2022 Çarşamba

Semaver

 Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın. Ali nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu. Anası memnundu. Namazını kılmış, duasını yapmıştı. İçindeki Cenabı Hak’la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu, ge­niş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elekt­rik pilleri, ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyama­dı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi. Halıcıoğlu’ndaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış, bir horoz vakarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecri kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.Ali nihayet uyandı. Anasını kucakladı. Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti. Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. Yataktan bir hamlede fırlayan oğluy­la beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, ço­cuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına ku­cak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. On­dan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.Sabahleyin Ali’nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğ­lu’ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç’i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Alimiz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Halic’e büyük transatlantik­ler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali birkaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarım sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğlu’na geçti­ler.Ali bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arka­daşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işleyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir.Onun ustası İstanbul’da bir tek elektrikçi idi. Bir Alman’dı. Ali’yi çok severdi, İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmiş­ti. Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani genç­likte idi.

Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, usta­larına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılı­yordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önüne çömeldi. Sec­cadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam ver­mek üzere idi.Anası:

— Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!

Ali:

— Allah affeder ana, dedi.Sonra saf, masum sordu:

— Allah hiç gülmez mi?Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden la­vanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.Anası sabah namazı okunurken Ali’yi uyandırdı.Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yalnız koku, buhar ve sabahın sa­adeti istihsal edilirdi. Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazın­da niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi. Sabahları oğlu­nun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya ak­şamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdiven­leri hızlı hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzeri­ne bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber uzun zaman vaktin geciktiğini anlaya­mamıştı. Fabrikanın düdüğü, camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumu­şak, kulaklarına geldi. Fırladı. Yemek odasının kapısında dur­du. Masaya elleri dayalı uyuklar gibi vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi.Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktör­den farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.Sarıldı. Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çek­ti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, ha­yatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, âciz, onu köşe minderinin üzerine attı, Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Ayna­ya baktı. En büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıy­dı?Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye bir daha baktı. Hiç de korkunç değildi.Bilakis çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırla­dı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm munis, anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini, şef­katini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm bildi­ğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o ka­dar…Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yak­madan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü. Fakat ağlayamadı.

Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. O, yemek masasının muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı. Onu kulplarından tu­tarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir san­dalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evdeo, bir daha kalamadı.Bundan sonra Ali’nin hayatına bir salep güğümü girer.Kış Haliç etrafında İstanbul’dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçala­rını kırarak erkenden işe gidenler; mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarını vererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanı­nı kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazan fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarım verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpil­miş salepten yudum yudum içerlerdi.

27 Aralık 2022 Salı

OKUYANUS

Sitemize hoşgeldiniz, herkese merhabalar :) 
Sizi sitemizle baş başa bırakmadan önce kısa bir bilgilendirme yapmak istedik.
Bu site Balıkesir Üniversitesi - Burhaniye Uygulamalı Bilimler Fakültesi- öğrencileri tarafından hazırlanmıştır. Her sene Prof. Dr. Mehmet Oğuzhan İLBAN hocamızın önderliğiyle gerçekleştirilen projelerden biri de bizim projemiz. Bu projeyle okumanın engel tanımadığını, her zaman her yerde küçük bir ''QR KOD'' ile çeşitli okuma parçalarına ulaşmanın mümkün olduğunu siz sevgili okuyucularımıza göstermek istedik  

Projemizin her aşamasında yanımızda olan başta dekanımız Prof. Dr. Mehmet Oğuzhan İLBAN'a , yardımları ve destekleri için okulumuzun değerli hocalarına ve bu yolda iş bölümüyle hep beraber olduğumuz takım arkadaşlarımıza çok teşekkür ederiz. 




        



İLTER KUŞ

     BALIKESİR ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ İLTER KUŞ KİMDİR ? 

İlter Kuş, 1970 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta dereceli eğitimini Adana’da tamamladı. 1994 yılında Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nden mezun oldu. 1995 yılında Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalında doktora eğitimine başladı. 1995 yılı sonunda aynı anabilim dalına Araştırma Görevlisi olarak atandı. 1999 yılında doktorasını tamamladı. 2000 yılında Yardımcı Doçent olarak atandı. 2005 yılında Doçentlik ünvanını aldı. 2009 yılında Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı’nda göreve başladı. 2010 yılında Profesörlük ünvanını aldı. 2009 yılından bu yana Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı Başkanlığını, 2013 yılından bu yana Tıp Fakültesi Temel Tıp Bilimleri Bölüm Başkanlığını sürdüren Prof. Dr. İlter Kuş, 2010-2011 yılları arasında İvrindi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Müdürlüğü, 2011-2014 yılları arasında da Balıkesir Sağlık Yüksekokulu Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Yaptığı deneysel çalışmalarla nöroendokrin sistem üzerinde yoğunlaşan Prof. Dr. İlter KUŞ’un, SCI ve SCI-Expanded kapsamındaki uluslararası makale sayısı 46, ulusal hakemli dergilerdeki makale sayısı 48’dir. 100’ün üzerinde ulusal ve uluslararası bildirileri bulunmaktadır. Uluslararası makaleleri 583 adet atıf alan Prof. Dr. İlter Kuş’un h-indeksi 15’tir. Evli ve iki çocuk babasıdır.





ATATÜRK BİYOGRAFİSİ

     

     MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN BİYOGRAFİSİ

    

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, sadece Türkiye'de değil dünya çapında pek çok insanın, hikayesini merak ettiği en güçlü tarihi isimlerden biridir. Her ne kadar hayatını sayfalarca yazmak gerekse bile, kısaca hayat hikâyesinden bahsetmek mümkün. 

1881 yılında Selanik'te doğan Mustafa Kemal Atatürk’ün babası Ali Rıza efendidir. Annesi ise Zübeyde hanımdır. İlkokul eğitimini mahalle mektebi ile Şemsi Efendi’de gerçekleştiren Atatürk, Selanik Mülkiye rüştiyesi ve Selanik Askeri Rüştiyesi ortaokul eğitiminin ardından Lise eğitimini Selanik askeri idadisinde tamamlamıştır. Daha sonra harp okulu ve harp akademisinde üniversite eğitimini tamamlayarak askerlik hayatına başlamıştır. Askeri Rüştiye okuluna devam ederken matematik öğretmeninin ona Kemal adını vermesi ile beraber, o andan itibaren ismi Mustafa Kemal olarak kalmıştır.

Özellikle Çanakkale'de kazandığı zafer ile I. Dünya Savaşı'nın seyrini değiştiren Mustafa Kemal Atatürk, bu savaş ile beraber tüm dünya tarafından tanınmasıyla tarihe geçmiştir. I. Dünya Savaşı'nın ardından Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalanmasıyla vatan topraklarının paylaşılacağını gören Atatürk, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkarak milli mücadelenin ilk ateşini yakmıştır. Ardından Amasya, Sivas ve Erzurum kongreleri ile beraber Anadolu’nun pek çok farklı yerinde ordunun toplanmasına liderlik etmiş ve ülkeyi mücadele için hazır hale getirmiştir.

23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasına olanak tanıyan Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin birçok farklı cephesindeki mücadele için Başkomutanlık etmiştir. 5 Ağustos 1921'de meclis tarafından Başkomutanlık verilen Atatürk, Sakarya Savaşı'nın kazanılmasındaki eşsiz başarısı ile beraber, Gazilik unvanı ve mareşallik rütbesiyle şereflendirilmiştir.

Büyük Taarruz ile beraber Anadolu topraklarının yeniden kazanılmasını sağlayan Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyeti ilan etti. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olması ile beraber, 1934 senesinde Gazi Mustafa Kemal'e soy isim olarak ‘Atatürk’ layık görüldü. 

10 Kasım 1938 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda hayatına veda etti. Tüm ülkeyi yasa boğdu. Ancak inkılapları ve ülkemize kazandırdıklarıyla kalbimizde sonsuzluğu ulaşmış bir liderdir. Atatürk, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük liderlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Aynı zamanda pek çok sözü ile de tarihte yer alır. 

 

  
‘’Beni görmek demek yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.’’

15 Aralık 2022 Perşembe

Özdemir Asaf kimdir ?

 11 Haziran 1923'te Ankara'da doğdu. Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. 


İlk ve ortaöğreniminin bir bölümünü Galatasaray Lisesi'nde yaptı.1942 yılında Kabataş Erkek Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi'nde, önce Hukuk Fakültesi'ne, sonra İktisat Fakültesi ve Gazetecilik Enstitüsü'ne devam ettiyse de 1947'de yüksek öğrenimini yarıda bıraktı. Bir süre sigorta prodüktörlüğü yaptı. 'Zaman' ve 'Tanin' gazetelerinde çevirmen olarak çalıştı. İlk yazısı 1939'da 'Servetifünun-Uyanış' dergisinde çıktı.1951'de Sanat Basımevi'ni kurarak matbaacılık yaşamına girdi. 

Kendi şiir kitaplarını bastı. 1955'te Yuvarlak Masa Yayınları'nı kurdu. İkilikler ve dörtlüklerden oluşan ilk şiirlerinde yoğun bir söyleyiş özelliği göze çarpar. İnsan toplum ilişkilerine yönelik temaları konu edinerek düşündürücü bir şiir evreni kurmuştur. Duygu ve düşünce yoğunluğuyla birlikte, alay ve taşlama şiirine egemen olan ögelerdir. İnsan ilişkilerinin toplumsal ve bireysel yanlarını sen ben ikileminde vermiştir. Çok kullandığı sevgi, ayrılık, ölüm temaları, son dönem şiirlerinde giderek yerini kaçış ve umutsuzluğun tedirginliğine bırakmıştır. 

Şiirin bir görüşü yansıtması, bir iletisinin olması düşüncesinden yola çıkmıştır. Yuvarlağın Köşeleri kitabında şiirin ve yazarın işlevi konusundaki görüşlerini dile getirmiştir. Batı şiiri ve geleneksel Türk şiirinden yararlanarak verdiği bileşim sanatını zenginleştirip geliştirmiştir.

Yunus Emre kimdir ?

 Yunus Emre‘nin hayatına ilişkin bilgiler henüz netlik kazanmamıştır; fakat yapılan son araştırmalar bağlamında 1241-1321 yılları arasında yaşadığı kabul edilmektedir. Yunus Emre, Taptuk Emre dergâhında yetişmiştir. Doğum yeri bilinmiyor. 13’üncü yüzyılın ortalarına doğru Moğal istilası ve Selçuklu Devleti’nin yıkıldığı dönemde yaşadığı sanılıyor. Bu dönemin sarsıntı ve acıları Yunus’un eserlerinde derin izler bıraktı. Babasının adı İsmail. Medrese eğitimi gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. İran ve Yunan mitolojisiyle, tasavvuftarihini inceledi. Hacı Bektaş ya da Sinan Ata’nın halifesi Taptuk Emre’nin dergahında hizmet etti. Taptuk Emre’nin düşüncelerini yaymak için Anadolu’yu dolaştı. Eskişehir Sarıköy, Manisa Buna ve Emreköy, Erzurum Dutçu Köyü, Isparta Keçiborlu ve Karaman’da adına yapılmış mezarlar var. Ama nerede öldüğü ve gömüldüğü kesin belli değil.

Tasavvuf yorumunu benimseyen Yunus Emre’nin keskin bir gözlem gücü, derin bir hoşgörü anlayışı var. Şiirlerini hece ölçüyle yazdı. Ama aruz denemelerine de yer verdi. Hece ölçüseyle yazdığı dörtlüklerin yanısıra yine hece ile beyitler ve gazeller de yazdı. Dili arı Türkçe değil. Yer yer Arapça ve Farsça tamlamalar kullandı. Sağlığında düzenlediği divanı bulunamadı. Günümüzdeki divanları derlemedir. 1904’te birinci, 1924’te ikinci basımları yapılan Divan-ı Aşık Yunus Emre’nin yanısıra Burhan Toprak ve Abdülbaki Gölpınarlı‘nın derleyip yayınladığı Yunus Emre divanları var.

Fıkra

Öğretmen öğrencisine sorar:
– Dünya yuvarlak mıdır?
– Hayır!
– Peki düz müdür?
– Hayır!
– Peki nasıldır evladım?
– Babam karma karışık olduğunu söyler.

Kaplumbağa İle Tavşan

 Ormanların birinde kendisiyle çok övünen bir tavşan varmış.

– Bu ormanda benden hızlı koşan yoktur. Varsa gelsin yarışalım, diye hava atıyormuş. Kaplumbağa bir gün;
– O kadar böbürlenme, kendine de o kadar güvenme. Ben senden daha hızlı koşarım. İstersen yarışalım, demiş.
Tavşan kaplumbağanın bu sözlerine kahkahalarla gülerek;
– Sen mi benimle yarışacaksın?, diyerek alay etmiş. Ama yinede yarışı kabul etmiş.
Kaplumbağa ve tavşan, birlikte yarışın başlangıç ve bitiş yerlerini belirlemişler, yarış başlamış.
Tavşan yarışa çok hızlı başlamış. Ama biraz ileriye gidince geri dönüp bakmış ki, kaplumbağa hiç görünmüyor. Yatmış bir ağacın dibine uyumuş. Tavşan ağacın dibinde derin bir uykuya dalınca, kaplumbağa da epey yol almış. Tavşan uyanınca bir de bakmış ki kaplumbağa yarışı bitirmek üzere.
Tavşan koşmuş koşmuş ama bir türlü kaplumbağayı yakalayamamış. Haliyle kaplumbağa varış yerine ondan önce ulaşmış.
Yarışı kazanmanın haklı gururu ile kaplumbağa;
-Hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görme. Sen, uyudun, Ben çalışarak seni geçtim, demiş …


Ev Faresi ile Tarla Faresi

 Tarla faresi ile ev faresi arkadaş olmuşlar. Tarla faresi bir gün ev faresini yemeğe çağırmış. Güzel bir yemek umudu ile tarla faresinin davetini kabul eden ev faresi gelmiş, ama bir de ne görsün; sofrada biraz ot ve biraz buğdaydan başka bir yiyecek yok, yüzünü buruşturmuş.

Tarla faresinin haline acıyan ev faresi arkadaşına dönerek; “Canım arkadaşım, bu senin hayatına hayat denmez. Buna olsa olsa yoksulluk denir. Bense, bolluk içinde yaşıyorum. Gel sen de benimle, bizim evdekileri paylaşıp ikimiz de gül gibi geçiniriz.” demiş.
Tarla faresi ile ev faresi hemen kalkıp yola çıkmışlar. Ev faresi arkadaşını çok iyi ağırlamış, ona buğday, incir, peynir ve bal çıkarmış. Tarla faresi ömründe hiç bu kadar yiyeceği bir arada görmemenin şaşkınlığı ile; “Ben neden bugüne kadar tarlalarda kaldım?” diyerek dövünmüş. İki arkadaş mutluluk içinde tam yemeğe oturacakları sırada bir adam gelmiş, kapıyı çalmış. İki fare kapının gürültüsünden korkup buldukları ilk deliğe girmişler.
Sonra cesaret edip yerlerinden çıkmışlar. Tam incirden tadacaklarmış ki; bu sefer de başka biri odadan bir şey almaya gelmiş. Çaresizce yine bir deliğe kaçıp saklanmışlar. Açlığını unutan tarla faresi arkadaşına dönerek; “Arkadaşım sen bolluk içinde yiyip içiyorsun diye seviniyorsun ama bir türlü tehlikeler peşini bırakmıyor. Ben en iyisi gidip buğdayımla arpamı yiyeyim. Evet, belki az ama gönül rahatlığı ile yerim” demiş.
Tarla faresi daha sonra tarlasına dönmüş. Bir daha da halinden hiç şikâyet etmemiş.
Ne demişler; ‘Azıcık aşım, ağrısız başım!!’

Lavinia

 Sana gitme demeyeceğim.

Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, 
İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim, 
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.


Fıkra

 Adam, papağanını gümrükten kolay geçirebilmek için bir kutuya koymuş, üstüne de "kırılacak eşya" diye yazmıştı.

Gümrük memuru yazıyı okuyunca, kutuyu şöyle bir silkelemeye başladı. Aynı anda içeriden papağanın bağırdığı duyuldu:

"Şangur şungur.. Şangur şungur.."


Komik bir fıkra

 Doksanlı yaşlara yaklaşmış iki yaşlı kadın ediyorlarmış.

- "Benim bey bu sıralarda kötü bir alışkanlık edindi. Tırnaklarını yemeye başladı. Ne yaptıysam vazgeçiremedim. Sinirlerimi bozuyor."

Diğer kadın ise cevaben:

- "Haklısın benimki de bir ara başladı ama uyguladığım tedbirlerle tırnak yemesini engelledim." der.

- "Çok iyi! Ne yaptıysan bana da öğret lütfen."

- "Çok basit dişlerini sakladım."

Necip Fazıl Kısakürek

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni; 
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme, artık neye yarar?

14 Aralık 2022 Çarşamba

ÜÇ NASİHAT

 ÜÇ NASİHAT

Durmuş'un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Ama gençti, kuvvetli idi. Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi. Para kazanmak, tekrar çiftliğini düzebilmek için gurbete gitmeye karar verdi. Gurbet, İstanbul demektir. Köyde kim çaresiz kalırsa, kimin işi bozulursa, İstanbul yolunu tutar. Durmuş da torbasını omuzladı. Çarıklarını sıktı, eline bir değnek aldı, gurbetçilerin arasına katıldı. Dere tepe aştı. Nihayet İstanbul'a geldi. İki gün hemşerilerinin kahvesinde pinekledi. Ne iş tutacağını bilmiyordu. Bir sanatı yoktu.
— Bari uşak olayım, dedi.
Kapı aramaya başladı. Bir hafta geçti. Münasip bir yer bulamadı. Bir gün kahvede Müstakim Efendi isminde birini salık verdiler; evi Edirnekapı'da idi. Durmuş gitti. Bu efendiyi buldu. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar... Eteğini öptü:
— Uşak arıyormuşsunuz, beni alın efendim, dedi.
Müstakim Efendi, onu tepeden tırnağa süzdü. Nereli olduğunu sordu. Durmuş: -Kastamonuluyum, dedi. -Evli misin? - Hayır. -Anan, baban var mı? -Yalnız anam var. Babam sizlere ömür... -Ne zaman İstanbul'a geldin? -On gün evvel... -On gün boş mu gezdin?
— İş aradım.
— Bulamadın mı?
— Bulamadım.
Kazanacağı parayı ne yapacağını, borcu olup olmadığını sordu. Durmuş'un verdiği cevaplardan memnun oldu.
— Peki oğlum, dedi. Ben seni yanıma alayım ama, çok para veremem...
Durmuş:
— Ben çok para istemem efendim, dedi.
— Ama ben pek az para veririm.
— Ne kadar verirsiniz?
— Bir kuruş.
— Günde bir kuruş mu?
— Hayır.
— Haftada bir kuruş mu?
— Hayır.
Durmuş biraz şaşaladı. Tekrar sordu:
— Ayda bir kuruş mu, efendim?
— Hayır! Senede bir kuruş...
Durmuş bu ihtiyar efendiyi kendisiyle eğleniyor sandı. Güldü. Önüne baktı. Utandı. Fakat Müstakim Efendi yine:
— Senede bir kuruş, dedi. Yalnız bu kadar değil. Bir de öğüt vereceğim.
Durmuş gözlerini yerden kaldırdı:
— Ben öğüdü ne yapayım? Bana para lazım efendim.
— Para kullanılır, biter, yahut kaybolur, oğlum. Ama insanın aldığı öğüt hiç bitmez. Ölünceye kadar işine yarar.
Durmuş, mahzun mahzun yine önüne baktı. Kuru lafın işe yarayacağına hiç aklı ermedi. Tekrar Müstakim Efendi'nin eteğini öptü. Çıkıp gidecekti. İhtiyar:
— Dur oğlum, dedi. Şöyle duvarlara bak... Görüyorsun ya... Hep kitap dolu... Burada beş bin kitap var. Ben bunların hepsini okudum. Ömrüm ilim ile geçti. Saçım, sakalım kitap üzerinde ağardı. Aklın, paradan daha kıymetli, paradan daha işe yarar bir şey olduğuna kanaat getirdim. Öğüt, hazır bir akıl demektir. Yoksa ben sana senede beş on lira verebilirim. Fakat paradan daha çok kıymetli olan bir öğüt veriyorum. Aklın varsa kal. Bana hizmet et.
Durmuş:
— Hayır efendim, bana para lazım, öğüt lazım değil, dedi.
Dışarı çıktı. Sokakta yalnız kalınca düşündü. Acaba bu paradan kıymetli olan öğüt neydi? Kahveye geldi. O gece merakından uyuyamadı. Acaba tek kuruşa katık olarak vereceği öğüt ne idi? Sabah olunca Edirnekapı'nın yolunu tuttu. Müstakim Efendi'ye gitti. Eteğini öptü:
— Vereceğiniz öğüdü merak ettim, dedi, bir sene size hizmet edeceğim.
— Pekala oğlum, sene nihayeti kuruşunla öğüdünü alırsın...
Durmuş tam bir sene kitap odasını süpürdü. Bahçeyi belledi. Su taşıdı. Merdivenleri yıkadı. Camları sildi. Müstakim Efendi'nin her hizmetini yaptı. Nihayet bir sabah efendisi onu çağırdı:
— İşte oğlum yanıma gireli tam bir sene oldu. Kulaklarını iyi aç. Öğüdünü vereyim: "Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!.." Al şu kuruşunu da...
Durmuş, efendisinin uzattığı kuruşu aldı. Birdenbire canı sıkıldı. Büyük bir öğüt alacağını sanıyordu. Halbuki bu kuru bir laftı.
— Ben bu öğüdü zaten biliyordum efendim, dedi. Müstakim Efendi güldü:
— Biliyorsan iyi... Şimdi o bildiğini hatırladın, bu daha iyi...
Durmuş alık alık bakakaldı. Demek bir sene hep bu iki çift laf için çalışmıştı ha... Efendisinin eteğini öptü. İzin aldı. Çıkıp gidecekti. İhtiyar yine dedi ki:
— İstersen bir sene daha kal. Yine bir öğütle bir kuruş veririm.
— Hayır, istemem efendim, diye Durmuş çıktı.
Hemşerilerinin kahvesine gitti. Gece yine merakından uyuyamadı. Acaba bu vereceği öğüt ne idi? Bir sene sabretmiş, birinci öğüt için çalışmıştı. Şimdi meraktan çatlayacaktı. Acaba ikincisi ne idi? Dayanamadı. Kalktı, Müstakim Efendi'nin evine geldi. Tam bir sene daha hizmet etti. Sene nihayeti yine Müstakim Efendi onu çağırdı. Bu sefer kuruşu peşin verdi. Sonra:
— Al öğüdünü: "Emanete hıyanetlik etme!" dedi.
Durmuş'un yine canı sıkıldı:
— Efendim, ben bu öğüdü biliyordum.
— İyi ya işte... Biliyorsan şimdi de hatırladın. Bildiğini hatırlamak, yeniden bir şey öğrenmek kadar faydalıdır.
Durmuş giderken efendisi tıpkı geçen seneki gibi:
— Oğlum, eğer bir sene daha kalırsan, sana bir kuruşum, ama son bir öğüdüm daha var, dedi.
Durmuş kabul etmedi. Çıktı. Hemşerilerinin kahvesine gitti. Bir gece, iki gece, üç gece... Rahat uyuyamadı. Acaba efendisinin bu son öğüdü ne idi? Belki bildiği bir şeydi. Ama ne idi? Hep bunu düşünüyordu. Sersem sersem iş aradı. Bulamadı. "Mademki iki senelik emeğim havaya gitti, bir sene daha uğraşır, şu son öğüdü de anlar, merakta kalmam" dedi. Tekrar geldi. Eski kapısına girdi. Tam bir sene daha Müstakim Efendi'ye hizmet etti. Sene nihayetinde efendisi yine onu çağırdı. Kuruşu eline verdi:
— Al öğüdünü de, dedi. "Karını, kendin gitmediğin yere gece yatısına gönderme!"
Durmuş, bu öğüde de omuzunu kaldırdı. İçinden "Dipsiz bir laf işte..." dedi. İzin aldı. Çıkacağı zaman efendisi nereye gideceğini sordu.
— Artık memlekete efendim.
— Başka bir yere girmeyecek misin?
— Hayır.
— Niçin?
— Üç sene oldu gurbetteyim. Anam ihtiyar, gideyim bakayım, ne oldu?
— Pekala oğlum; yalnız, yola çıkacağın zaman buraya uğra, sana bir hediye vereyim. Anana benden götür, olur mu?
— Olur efendim, dedi.
Hemşerilerinin kahvesine düştü. Bu sene memlekete dönecek gurbetçilere başına geleni anlattı. Hepsi güldüler:
— Ulan, sen deli imişsin! dediler.
Artık İstanbul'da durmak istemedi. Ama memlekete nasıl gidecekti? Cebinde üç kuruşundan başka on para yoktu. Gurbete yayan gelinirdi ama, gurbetten memlekete yayan dönülmezdi. Para lazımdı. Herkes kirayla sürücü atları tutardı. Ayakla bu sılacı kervanına karışmak mümkün değildi. Hemşerileri haline acıdılar. Aralarında ona bir beygir kiralayacak kadar para topladılar. Tam Üsküdar'a geçecekleri akşam, Durmuş, efendisinin evine gitti.
— İşte gidiyorum efendim, dedi.
İhtiyar kalktı, "Yolun açık olsun. Al şu hediyelerimi, anana götür" diye ona iki büyük somun uzattı. Durmuş içinden, "Hay münasebetsiz herif, şu gönderdiği hediyelere bak!" diye kızdı. Ama belli etmedi. Somunları aldı. Kahveye geldi. Heybesine koydu. Sılacılarla beraber Üsküdar'a geçti. Handa bekleyen beygirlere bindiler. Geceleyin, ay aydınlığında yola düzüldüler. Dere tepe, düz gittiler. Dağlar aştılar. Bir gün, bir ormanın kenarında taşkınca bir suya rastgeldiler. Geçecek yerini bulamıyorlardı. Durmuş, bu kadar bir su karşısında hemşerilerinin ürkekliğine güldü. Atını suya sürecekti. Tam bu esnada efendisinin verdiği öğüt aklına geldi:
"Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!"
Dizgini topladı. Atının ön ayakları suyun içinde idi. Yanındaki arkadaşı durmadı. Atını sürdü. İki adım atmca birdenbire suyun içinde kayboldu. Çıksın diye beklediler. Çıkmadı. O vakit civarda bir çoban buldular. Suyun geçilecek yerini öğrendiler. Meğerse orası bir girdapmış... Durmuş, efendisinin öğüdünü hatırlayarak, atını o zavallıdan evvel sürmediğine şükretti. Bir senelik hakkını helal etti. Yolda hemşerileri ona yiyecek de veriyorlardı. Bir gün karnı çok acıktı. "Efendinin hediye gönderdiği şu somunlardan birisini koparıp yesem" dedi. Elini heybesine atarken tam bir senelik emek sarf ederek işittiği öğüt aklına geldi:
"Emanete hıyanetlik etme!"
Elini çekti. "Şeytana uymayayım" dedi. Birkaç gün, birkaç gece daha yürüdüler. Nihayet bir gün karanlık ormanın yanından geçiyorlardı. Ağaçların arasından:
— Teslim olun! diye bir ses işitti. Durdu. Onunla beraber bütün kervan durdu. Eşkıyalar her tarafı çevirmişti. Efe meydana çıktı:
— Canını kurtarmak isteyen üzerinde, başında nesi var, nesi yok buraya bıraksın. Selametle yoluna gitsin, diye haykırdı.
Kimse davranamadı. Kimse kaçamadı. Eşkıyalar yolun gerisini de tutmuşlardı. Can maldan tatlı. Herkes nesi var, nesi yok, efenin önüne döktü. Senelerce emeklerle kazanılan lira kemerleri, altın keseleri, gümüş, elmas hediyeler, daha birçok şeyler... Durmuşa sıra gelince:
— Benim bir şeyim yok, dedi.
Efe inanmadı:
— Ne demek, sen gurbetten gelmiyor musun?
— Gurbetten geliyorum.
— Çalışmadın mı?
— Çalıştım.
— Para kazanmadın mı?
— Kazanmadım...
— Yalan.
— Vallahi kazanmadım. Hemşerilerime sor, istersen...
Efe hemşerilerine sordu. Hepsi Durmuş'un para kazanmadığını, senede bir kuruşa hizmet ettiğini anlattılar. Efe, Durmuş'un aptallığına hem güldü, hem kızdı. Adamlarına:
— Şu budalaya bir sopa çekin de, bir daha para kazanmadan gurbette kalmayı öğrensin, dedi.
Durmuş'u yere yatırdılar. Canı çıkıncaya kadar dipçiklerle dövdüler.
Sılacıların hepsi Durmuş gibi on parasız evlerine döndüler. Durmuş'un anası daha ziyade ihtiyarlamıştı. Zavallı kadın üç senedir çektiği sefaleti anlattı:
— Neye para kazanmadın, a oğlum? diye darılacak oldu. Durmuş:
— Hemşerilerim gibi kazansaydım, yine eşkıyalara kaptırarak, elim boş dönecektim, dedi.
Karnı çok acıkmıştı. Anasından biraz yiyecek istedi. Kadıncağız ağlamaya başladı:
— Bir şey yok oğlum, iki gündür ağzıma lokma girmedi.
— Bari, şu heybenin içinde, efendimin sana hediye gönderdiği somun var. Birisini kıralım, beraber yiyelim, dedi.
Heybeden bir somun çıkardılar. Kırınca şangır şangır etrafa altınlar yayıldı. Şaşırdılar. Öbür somunu da kırdılar. Onun da içi altın dolu imiş. Sevinerek hepsini topladılar. Durmuş, iki senelik emeğini efendisine helâl etti. Eğer bir sene hizmet ederek aldığı "Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!" öğüdünü aklına getirmeseydi girdapta boğulacaktı. İkinci sene aldığı "Emanete hıyanetlik etme!" öğüdünü hatırından çıkarsaydı, yolda somunları kıracak, altınlar meydana çıkacak, sonra hemşerileri gibi soyulacaktı... Yavaş yavaş düşündükçe, efendisinin ne kadar büyük, ne kadar akıllı bir adam olduğunu anlamaya başladı. Ona, İstanbul'da iken aylık verseydi ihtimal ötede beride yiyecek, biriktiremeyecekti. Yahut sılaya dönerken paralan meydanda gezdireceği için bir kazaya uğrayacaktı. Durmuş, daha çok düşündükçe "akıl" ın "para" dan kıymetli olduğuna iman etti. "Akıl" olmazsa "para" hiçbir işe yaramazdı. İşte arkadaşlarının hali!.. Dağ başlarında, eşkıya içinden, dolu kemerlerle geçmenin cezasını gördüler.
Durmuş, zengin olunca tarla aldı. Bağ aldı. Koca bir çiftlik kurdu. Köyünün ağası oldu. Ama bir türlü evlenemiyor, yaşı otuzu geçtiği halde bir kız bulup alamıyordu. Evlenmesini teklif eden köy ağalarına:
— Ben de isterim ama bir şartla!... derdi.
— Nasıl şart, ağa?
— Karıyı kendi bulunmadığım yere misafirliğe göndermem.
— Akrabalarının yanına göndermez misin?
— Göndermem.
— Anasının, babasının yanına da göndermez misin?
— Kendim bulunmadığım hiçbir yere göndermem.
— Niçin?
— Bilmem...
Durmuş, efendisinin son üçüncü öğüdünü bir türlü aklından çıkaramadı. İlk iki öğüdü de evvela anlayamamıştı. Ama sonra onların ne kadar faydasını gördü. Kendi köyünde, komşu köylerde bu şartla kimse kız vermiyordu. Herkes:
— Biz evladımızı esir yapamayız, diyordu.
Nihayet iki saat uzak bir köyde öksüz bir kız bulundu. Durmuş onu aldı. Şanına yakışır düğün yaptı. Mutlu oldu. Bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Aradan dört sene geçti. Karısını hiçbir yere göndermedi. "Anca beraber kanca beraber" derdi. Bir gün karısının akrabaları geldi. Köylerinde düğün varmış. Durmuş'tan bir gece için izin istediler.
— Hayır, olmaz, dedi.
— Niçin?
— Bilmem.
Efendisinin öğüdü aklından çıkmıyordu. Yalvardılar, yakardılar. O razı olmadı. Kendi köylüsü de, karısının köylüsüne karıştı: "Zavallı kadın verem olacak" diye laf atmaya başladılar. Hep birden onun üzerine düştüler. Yemin ettiler. Durmuş artık herkesin ısrarına dayanamadı. Bir gece kalmak üzere karısını köye yolladı. O akşam pişmanlığından yemek yiyemedi. "Niçin efendimin öğüdünü dinlemedim" diye sıkılmaya başladı. Dinlediği ilk öğüdünde ne büyük faydalar görmüştü. Şimdi son öğüdü dinlemediği için kimbilir ne büyük bir zarar görecekti? Duramadı. Uşaklarına atını hazırlattırdı. Geceleyin iki saat ötedeki köye yetişti. Düğün evinin önüne gitti. Delikanlılar çitlere dayanmışlar, avluda, meşaleler altında oynayan kızlara, kadınlara bakıyorlardı. O da yaklaştı. Karısının, çocuğuyla beraber bir köşede büzülmüş oturduğunu gördü. Acaba bu gece hangi akrabasının yanında yatacaktı. İçine bir kurt girdi. Döndü. Arkasına baktı. Bir kocakarı geçiyordu. Ondan bunu anlamak istedi.
— Bana bak nine sana bir şey soracağım.
— Sor oğlum.
— Şu köşede çocuğuyla beraber bir taze oturuyor, görüyor musun?
Kocakarı dikkatle baktı:
— Görüyorum, dedi.
— Kimin nesidir o?
— Ah evladım, sorma. Onu bir zalim herif aldı, zavallı tazeye dünyayı zindan etti. Dört senedir işte, köyüne yeni geliyor...
— Acayip...
— Evet, bütün köylü zorladı da, bu sefer izin alabildi. Kocası öyle fena, zalim bir adam ki...
Durmuş'un yüreği atmaya başladı. Karısının nerede yatacağını sordu. Kocakarı:
— Bilmem, diye cevap verdi.
Durmuş düşündü, taşındı, birdenbire dedi ki:
— Beni bu gece bu kadınla yatırabilir sen, sana beş altın veririm.
— Yiğidim ondan kolay ne var?
— Demek beni onunla yatırabileceksin?
— Elbet.
— Nasıl?
— Onun akrabaları benim kapı bir komşumdur. Benim her sözümü dinlerler. Avlularının sonunda tek bir oda vardır. Gider, onları kandırır, bu kadını oraya yatırırım. El ayak kesildikten sonra seni götürür gizlice bu odaya sokarım.
— Doğru söyle...
— Sen, hemen altınları ver, yiğidim.
Durmuş kesesinden beş altını çıkardı. Kocakarıya verdi. Atını onun avlusuna bağladı. Hiddetinden tir tir titriyordu. Gece yarısı geçti. Kocakarı geldi. Onu aldı. Küçük bir bahçe kapısından geçirdi. Bir avlunun en sonundaki tek odaya soktu. Durmuş yüzünü salıyla sarmıştı. Karısı onu tanımadı. Hemen bağırmaya başladı. Durmuş sesini çıkarmadı. Kapıyı kitledi. Üzerine yürüdü. Zavallı kadın köşeye büzülmüş, hem bağırıyor, hem tekme atıyordu. Durmuş'u yanına hiç yaklaştırmadı. Akşamdan uyuyan oğlu yatağın üzerindeydi. Annesinin haykırmasına uyanmadı. Mışıl mışıl uyudu. Durmuş, karısını daha çok bağırtmamak için kapının yanına oturdu. Hiç sesini çıkarmadı. Bütün gece ağlayan kadıncağız sabaha karşı korkudan, yorgunluktan sızar gibi olmuştu. Avluda horozlar öttü. Durmuş yavaşça yatakta uyuyan çocuğunu aldı. Sessizce dışarı çıktı. Avluyu geçti. Atına bindi. Dörtnala köyüne döndü. Karısının akrabaları, gece çocuğun çalındığını duyunca, ne yapacaklarını şaşırdılar. "Ağaya ne cevap vereceğiz?" diye düşünmeye başladılar. Kocakarı buna da bir çare buldu:
— Bu oda zaten eski... Yakınız. "Gece yangın oldu, çocuğu kurtaramadık" dersiniz, dedi.
Onu dinlediler. Hemen odayı yaktılar. Ağlayarak, sızlayarak, Durmuş'un karısını evine getirdiler. Hepsinin alnında çatkı vardı. Dövünüp duruyorlardı.
Durmuş:
— Çocuk nerede? diye sordu.
— Ah olan oldu! Gece odamız yandı. Çocuğu kurtaramadık, dediler.
Durmuş güldü:
— Neye ağlıyorsunuz canım, dedi. Başımız sağ olsun. Elhamdülillah genciz. Allah başkasını verir.
Karısının akrabaları, Durmuş'un bu soğukkanlılığından biraz ferahlar gibi oldular.
Tam bu sırada kapı açıldı. Durmuş'un çocuğu içeri girdi. Annesinin kucağına atıldı. Çocuğun yandığını söyleyenler şaşırdılar. O vakit Durmuş:
— Gördünüz ya, yalancı alçaklar, niçin karımı kendimin bulunmadığı yere göndermiyormuşum, diye bağırdı.
Hepsini, tekme tokat, kovdu. Karısına döndü:
— Eğer gece orada bana el sürseydin hemen seni öldürecektim. İşte ibret al da, sakın bir daha kocandan ayrı bir yere gitmek isteme, dedi.
İhtiyar efendisine üç senelik emeğinin hakkını da helâl etti.
ÖMER SEYFETTİN

AND

 AND

    Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazı yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Fakat beyaz bir nisyan dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an evvel göremediği için nasıl mahzun olursa, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir elem duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar; yosunlu, siyah kiremitli çatılar; yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, nihayetsiz tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir.

Yalnız evimizle mektebi gözümün önüne getirebilirim.

-----------------------------------------

    Büyük bir bahçe... Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her vakit oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrar ettirir, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu vehim ile, rüya dinlemek, tâbir etmek merakında olan zavallı anneme, her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri kızgın bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok: "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Tâbir ederken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin fenalık yapamayacağını temin ettikçe, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!

-----------------------------------------

    Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Mektep bir katlı, duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin nihayetinde ayakyolu, gayet kocaman abdest fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, ihtiyar, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iri, sarı burnu ile, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söylerler yahut "Yüzbaşıoğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi-gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha ziyâde ağırlaşır, bulanırdı...

-----------------------------------------

    Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak... Büyük kabahatliler, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük kabahatlilerin cezası ise nisbetsiz, mikyassız idi. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rastgeldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi gün bile yanıyordu. Kıpkırmızı idi. Halbuki kabahatim yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun kabahati olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı...

-----------------------------------------

    Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam azâdında dayağı yiyen çocuğu tuttum:

— Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...
— Ben koparmıştım.
— Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.

Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum:

— Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
— Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
— Niçin olacak. Biz onunla and içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.

Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:

— And ne?
— Bilmiyor musun?
— Bilmiyorum!

O vakit güldü, benden uzaklaşarak cevap verdi:

— Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "and içmek" derler. And içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.
-----------------------------------------

    Sonra dikkat ettim, mektepte birçok çocuk, birbirleriyle and içmişlerdi. Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında and içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idim. Küçük Hoca abdest almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. And içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa idi, hocaya kulağımı çektirmeyecek, ihtimal falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca mektebin içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, hâmisiz zannediyordum, anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle and içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. Razı olmadı. "Öyle münasebetsizlikler istemem. Sakın yapma ha..." diye tembih etti.

-----------------------------------------

    Lâkin ben dinlemedim. Aklıma and içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir tesadüf, beklenilmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine ,bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar beraber oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu kelimeyi söylerken sanki mütelezziz, olur, hep tekrarlardım. O kadar ahenkli, tanînli idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerler; hâlâ hatırımda:

Mustafa Mıstık,

Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,

Seyrine baktık!

    Diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu beyitleri bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.

    Bu iki minimini beyit, benim hayalime bile tesir etmişti. Rüyamda, birçok arsız kızın onu büyük bir muhâcir arabasına sıkıştırarak, etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, vücudu... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın, her Cuma sabahı, büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir Cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin şehâdet parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O saatte aklıma bir şey geldi: And içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a:

— Haydi, dedim, hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...

Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:

— Olur mu ya... And için kol kesmek lazım...
— Canım ne zararı var? diye ısrar ettim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!...

Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, hatta biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu. Parmağımın kanıyla karıştırdık. Evvela ben emdim. Bu, tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu adeta unutmuştum. Yine beraber oynuyor, mektepten eve beraber dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı. Büyük Hoca, bizi yarım azad etti.. Tıpkı Perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklam idi. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

-----------------------------------------

    Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu muharebe bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarmısak kokusundan aksırdım.

    Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim. "Hastaymış yavrum" dedi, "inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır." Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle mektebe gittim.

Fakat heyhat... O hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.

Nihayet bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...

-----------------------------------------

    Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Yâdımda ezeli ve mor bir fecr memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Daima, farkında olmayarak sol elimin şehâdet parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok mukaddestir. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için o kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen aslan ve bahadır hayalini görürüm.

Ve kavmiyetimizden, hadsî Türklük'ten uzaklaştıkça, daha müteâffin derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgâmlık, âdîlik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan mazi, kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mütesellî ve mesut eder. Saatlerce Mıstık'ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyâde kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum...

ÖMER SEYFETTİN

OKUYANUS

Sitemize hoşgeldiniz, herkese merhabalar :)  Sizi sitemizle baş başa bırakmadan önce kısa bir bilgilendirme yapmak istedik. Bu site Balıkesi...